Emperyalizme dair genel geçer bir tarif yapmak pek de kolay değil. Çünkü bütün tarifler hem farklı sosyolojik okumaları hem de farklı tarihsel dönemlerin siyasal atmosferinin yükünü taşıyor. Ancak bütün tariflerin yakınlaştığı birtakım görüntülerden bahsedebiliyoruz. Tariflerin kolaylıkla farklılaşabilmesi bu kavramın dokunulmazlaşmasını, herkesin kolaylıkla sahiplenmesini ve manipüle edilebilmesini sağlıyor. Böylelikle ulusalcılıklar, ırkçılık, otoriterlik gibi insana saldırı görüntüsü taşıyan birçok siyaset için bu kavram bir maşa haline geliyor. Kavramın mesele ettiği sömürücü kurumlar ve uygulamalar ironik bir şekilde bu kavramı kendisi için kalkan olarak kullanıyor. Sonuç olarak hemen herkesin kendisini anti-emperyalist ilan ettiği derinleşmiş bir sömürgecilik çağında yaşıyoruz ve sadece anti-emperyalist olduğunu söylemek pek bir anlama gelmiyor. Çünkü artık neredeyse herkes anti-emperyalist. Çünkü insanlar, işçiler, halklar, göçmenler adını genelde tam anlamıyla koyamadığı bir saldırı altında yaşadığını düşünüyor. Emperyalizm kavramının bir tartışmasını yapmak tam da burada büyük bir anlam kazanıyor.
Emperyalizm nedir ve neye hizmet eder?
Emperyalizm kavramı kapitalizmle doğrudan ilgilidir. Bu durum ister istemez kavramın kapitalizme dair en güçlü tespiti kazandıran Marksist yazının tarifine konu olmasını beraberinde getiriyor. Kendini Marksist gelenek arasında görenlerin muhtelif tanımları var. Bunlardan kısaca bahsetmek anlamlı olacak;
1. Emperyalizm bir ülkenin/ulusun bir diğerini ekonomik olarak sömürmesidir: En yaygın ve sosyolojinin tarif dünyasına en yatkın olan tanım bu. 2. Emperyalizm, kapitalist üretim ilişkilerinin, çevrede kalan kapitalist olmayan ülkelere/bölgelere yayılmasıdır: Kapitalizmin şimdiki kadar küreselleşmediği bir zamanda, sömürge ağını genişletmek isteyen ülkelerin etkili olduğu zamanda bu tanım ciddi bir kabul gördü. 3. En klasikleşen tanımlardan biri de emperyalizm ile tekelci kapitalizmi birbirinden pek de farklı görmeyen Lenin’e ait; emperyalizm kapitalizmin en ileri aşamasıdır: Emperyalizmi tarif ederken devrimci durumu güçlendirici bir argüman olarak bu yorum işlevseldi. Ancak Almanya’da beklenen ama olmayan devrim ve sonrasında güçlenen “tek ülkede sosyalizm” görüntüsü bu kavramlaştırmanın pek de yeterli olmadığını zaman içinde gösterdi. 4. Emperyalizm dünya sistemi kavramsallaşmasıyla değerlendirilmelidir ve kapitalizmin daimî aşamasıdır: Pek de devrimci olmayan bir yorum bu, ancak büyük bir mesele olarak halkların ve işçilerin sisteme karşı örgütlenme eksikliğini de göz ardı etmeyen bir yorum. 5. Bunlardan farklı olarak, emperyalizmi kapitalizmin öncüsü olarak gören bir yaklaşım da var: Kapitalizmin bir enstrümanı olarak görmektense onu tarihsel bir konumda değerlendiren bir yaklaşım.[1]
Bu tanımlardan çıkarabileceğimiz ortak bir sonuç şu: Neredeyse bütün Marksist kavramsallaştırmalar, emperyalizmi kapitalizmin içinde, etrafında, önünde ya da arkasında ama doğrudan ilişkili olarak ortaya koyuyor. Belki bu noktada Rosa Luxemburg’un kapitalizm yorumunu öne çıkarabiliriz. Luxemburg şöyle der: “Kapitalist ülkelerin hızla gelişmesi ve kapitalist olmayan alanları ele geçirme konusunda giderek daha şiddetli bir rekabet içine girmeleriyle birlikte, emperyalizm hem kapitalist olmayan dünyaya karşı saldırganlığı hem de rekabet halindeki kapitalist ülkeler arasında giderek daha ciddi çatışmalara yol açarak kanunsuzluk ve şiddeti arttırmaktadır. Ancak emperyalizm kapitalist olmayan uygarlıkların çöküşüne ne kadar şiddetli, acımasız ve kapsamlı bir şekilde yol açarsa, kapitalist birikimin ayaklarının altındaki zemini de o kadar hızlı bir şekilde kaydırır.”[2]
Wood, Luxemburg’un bu yorumunu şöyle özetler: “kapitalist sistem, kapitalist olmayan oluşumlara açılma ihtiyacındadır; bu nedenle kapitalizm kaçınılmaz olarak askerîleşme ve emperyalizm anlamına gelir.”[3]
Emperyalizmin ne demek olduğuna dair bir diğer belirleyici de, kavramın mesele edildiği dönemlerdir. Siyasal atmosfere dair farklı görüntüler bu farklı tanımlar için devreye girer. Haliyle dönemsel görüntüleri ayrıca vurgulamak anlamlı olacaktır.
Birinci dünya savaşını ve öncesindeki dönemi kapsayan yorumlar, askeri sömürgecilik çağının kapanmadığı ve paylaşım arzusunun da bitmediği bir döneme dair analizleri kapsıyor. Birbiriyle rekabet halindeki ülkeler ve bu ülkelerin sermaye sınıflarının çıkarlarına göre şekillenen bu dönem, Marksist tariflerin kayda değer şekilde arttığı bir zaman ayrıca. O dönemde Lenin, Luxemburg, Kuatsky, Buharin gibi birçok düşünür yaşadıkları koşullar için tarifler geliştirdiler. Geç 19. yüzyıl ve 20. yüzyılın başları kapitalizmin farklı uluslardan sermaye gruplarını büyük bir havuza toplayamadığı zamanları kapsıyor. Dünya savaşları sonrasındaki dönemde Vietnam ve Çekoslovakya işgalleri sonrasında ortaya çıkan yeni bir anti-emperyalist dalga ile karşılaştık. Ulusal kurtuluş hareketlerinin yükseldiği bu çağda anti-emperyalist olmak demek ya iki kamptan birini seçmekti ya da bazılarınca sosyal emperyalist olarak tariflenen SSCB’yi de işgalci görerek 3. dünyacı bir refleksi geliştirme şeklindeydi. Artık sadece ulusların ürettiği sermaye sınıfının değil, ideolojik nüansları ve halkların özel koşullarını da meseleyi değerlendirmede gözetmek gerekiyordu. Ayrıca eski durumdan farklı olarak farklı ülkelerin kapitalistlerinin ortak hareket edebildikleri bir döneme girilmişti. ABD’nin başını çektiği kapitalizm farklı uluslardan zenginleri bir arada tutabilir olmuştu. 2000lere geldiğimizde ise yeni ekonomilerin, üretim modellerinin ve internet ağları nedeniyle eskisiyle kıyaslanamayacak bir küreselleşmenin içindeyiz. Kapitalizmin güncel bir krizini yaşadığı bu dönemde tarifi yapılması gereken emperyalizmin eskilerinden bir düzeyde farklılaşması gayet anlaşılır.
Burada düşmememiz gereken hatalardan biri değişen koşullarla birlikte tarifin ve takınılması gereken tutumun sabit olduğu vehmine kapılmaktır. Geçmiş tarifler anlamlı metinler elbette lakin günümüz analizlerine işlenmeden kopyalanmaları halinde abuk subuk siyasal pozisyonları ve tutumları görmemiz kaçınılmaz oluyor. Mesela 68 kuşağının Çin sempatisiyle bugünlerde maalesef maruz kaldığımız Çin sempatisi teorik bir sapma anlamına geliyor, çünkü artık aynı şeyleri konuşmuyoruz ve farkı bir siyasal atmosferdeyiz.
Günün sonunda şunu diyebiliyoruz. Emperyalizm kapitalizmin bir koşutu ve eşlikçisidir. İkisi birbirini tamamlar ve var kılar. Bir zor gücünü ya da tanzim edici mekanizmaları olmayan bir sermaye birikimi düzeni ise ayakta kalamaz. İster imparatorluk çağında olsun, ister sömürgeci modern öncesi devletler çağında, isterse de modern zamanlarda olsun sömürgeci müdahalelerin amacı hep zaman sermaye temerküzü oldu. Halkların, işçilerin ürettiği değerlerin sömürülmesi ve zor yoluyla parayı ve gücü biriktirenlerin hizmetinde sunulması vazgeçilmezdi. Kapitalizmin yükselişi bu sömürgeci ilişkinin emperyalizm olarak kavramlaşmasıyla karşımızda belirdi.
Emperyalizme dair konuşurken, bir muharrik olarak verimlilik putu ya da kalkınmacılık denilen olgudan kısa da olsa bahsetmek gerekiyor. Sömürgeci arzuların ve eylemlerin meşruiyeti için tarih boyunca muhtelif argümanlar öne sürüldü. Toprakları işgal edilen insanların hayvanımsı varlıklar oldukları, zekâ geriliği yaşadıkları, tanrı tanımaz putperest oldukları, biyolojik olarak yönetme kabiliyetlerinin olmadığı gibi fevkalade ırkçı ve akla aykırı argümanlardan bahsediyorum. Bunlar sömürge tarihinin birçok noktasında kendisini gösterdi. Hâlâ da bazı büyük sermaye sahiplerinin bu gibi saçmalıkları ağızlarından ara ara kaçırdıklarını duyuyoruz. 20. yüzyıla gelindiğinde ise kapitalist yayılmacılığın tek “bilimsel” dayanağı olarak verimli üretim ya da biraz daha genişletecek olursak kalkınmanın kaçınılmaz bir ihtiyaç olduğu argümanı öne çıktı. Mesela barbarları betimlerken üzerinde yaşadıkları fevkalade verimli toprakları işlemeyi bilmemeleri çokça söylendi. Kalkınma olgusu ve doğalında öne sürülen verimli üretim faaliyeti, üretimin gücünün farkında olan bütün siyasal odaklar tarafından neredeyse sorgulanmadan benimsendi. Hem merkez kapitalist ülkeler hem de ikinci kutup olarak görülen “sosyalist blok” ülkeleri bu kalkınma yarışında yerlerini aldılar. İki kutuplu siyasi atmosferdeki en yaygın politik argüman da kalkınmanın anahtarı olabilecek üretim modelinin hangi ideolojiyle ve toplumsal yapıyla mümkün olacağı etrafında şekillendi. Bu akıldışı saldırı, şiddeti kullanarak karşımıza çıkan emperyalizmin ve sermayenin kâr hırsıyla sergilediği reflekslere dair bir cevap üretmede kilit bir yerde duruyor. İliç’te yerin altında duran altın madeninin, kalkınma fikrine aykırı bile olsa yerin üstünde akıp giden hayatımızdan ve doğadan daha değerli olmadığını söyleyebilmeliyiz.
Bu genel çerçeveden sonra içinde yaşadığımız sermaye emperyalizmine dair konuşmaya başlayabiliriz.
Ulus-Devlet: Sığınak mı, yoksa sopa mı?
17 Ekim 1961’de Paris’te yaşayan Cezayirli mülteciler, Fransa’nın Cezayir işgalini protesto etmek için Paris’te sokaklara çıktılar. 200-300 kadar Cezayirli, polisin şiddetiyle Seine nehrinde boğularak ya da polis sopalarıyla öldürüldü. Eskinin Nazi işbirlikçisi olan polis şefi Maurice Papon 14.000 protestocuyu şiddetle gözaltına aldı. Bu protestolar sırasında Fransızlar bu şiddet sahnesini izlemekteydi. Cezayirli şair Kateb Yacine (Katib Yasin) bu durum üzerine şunları yazdı: “Fransız halkı, siz her şeyi gördünüz, evet, her şeyi kendi gözlerinizle gördünüz. Kanlarımızın aktığını gördünüz, polisin protestocuları dövdüklerini gördünüz, ve onları Siene nehrine attıklarını gördünüz.”[4]
1871’den sonra Paris’te, şehrin kalbinde yaşanan en büyük katliam sömürge karşıtı Cezayirli göçmenlere yapıldı. Şimdilerde romantik fotoğraflara konu olan bu nehir bir süre kırmızıya boyanmıştı. Bu olay maalesef Fransa solunda büyük bir tepkiye neden olmamıştı. General De Gaulle o gün yaşananlardan haberdar olmasına rağmen hiçbir soruşturma başlatmadı. O gün yaşananları anılarında yazmadığı da biliniyor. Muhtemeldir ki, ABD’de siyah hakları hareketinin ivmesiyle başlayan ve Paris’te küreselleşerek bütün dünyaya yayılan anti-emperyalist 68 hareketinin, Paris özelinde, vicdanları tetikleyen hareket ettiricilerden biri de bu hadiseydi. O gün gözlerinin önünde öldürülen mültecilere ses edemeyenler sokaklara çıkmışlardı.
2. Dünya Savaşı sonrasındaki siyasal atmosfer, sömürge devletlerinden bağımsızlıklarını almak için mücadele eden halkların gündemi belirlediği bir zamandı. Birçok Afrika ülkesi bu dönemde özgürlüğüne kavuştu. Birçok güdümlü diktatörlükte arka arkaya halk devrimleri patlak verdi. Che Guevera ulusal özgürlük mücadelelerinin en ikonik figürü haline gelmişti. Hâlâ devlet arzusu taşıyan hakların sokaklarında, caddelerinde ve duvarlarında Che Guevera’nın fotoğraflarına ve motiflerine sıklıkla rastlarız.
Sömürge arzusu nedeniyle işgal, özellikle Dünya Savaşları sonrasında galip ayrılan devletler için 60lara gelindiğinde hâlâ anlamlı bir yerde duruyordu. ABD’nin Vietnam işgali, SSCB’nin 68 yılının başlarında Prag’da başlayan kalkışmayı (Prag Baharı) bastırmak için giriştiği işgal gibi hadiseler sömürücü mekaniği zor yoluyla işler kılmaya çalışan devletlere karşı özgürlük ve eşitlik fikrini diri tutuyordu. Bu dönem ister istemez 3. dünyacılık fikrinin de gelişmesine neden oldu. Hem Batı blokuyla hem de SSCB ile kavgalı olan Tito önderliğindeki Yugoslavya, Bağlantısızlar Hareketi’ni bu dönemde kurdu. Arap halklarının parçalanmışlığını ortadan kaldırmak için hareket eden Cemal Abdunnasır bu hareketin ikinci sekreteri oldu. Küreselleşmenin ivmelendiği bu dönemde ulus-devletler bir sığınak olarak sömürülen halklar için tek çıkış kapısıydı. Bu dönemde ulusal kuruluş/özgürlük hareketlerine mensup olmanın ilk şartı anti-emperyalist olmaktı.
Bu hareketlerin kapitalist bloktansa Sosyalist Blok içinde konumlanmaları yani tabir yerindeyse SSCB ile iş tutmaları gayet anlaşılır bir hadisedir, Tito’nun Stalin’in suikast girişimleri nedeniyle SSCB karşıtlığı ise başka dinamiklerden kaynaklanıyordu. Anti-emperyalist olmak kapitalizme karşı olma fikri olmadan anlamsız kalırdı. Bu görüntüde Lenin’in ulusların kendi kaderini tayin hakkı teklifi ve Bolşevik Devrim’in ezilen halklarda yarattığı heyecan oldukça belirleyicidir. Prashad bu görüntüyü şöyle yorumlar: “Ekim Devrimi ve komünist hareket, halkın gönlünü kazanmıştı çünkü Komintern’in 1928’de belirttiği gibi, “komünistleri emperyalizmin en kararlı düşmanı olarak görüyorlar”dı. Fakat Komintern’in endişelendiği gibi, komünist hareket sadece sömürgeci tahakkümüne son vermekten ibaret değildir.”[5] Lakin sonrasında sömürgeci ülkelere karşı özgürleşen yeni ulusal devletlerin otoriterleşmelerine ve aynı zamanda sermaye sistemine uyumlu politikalar gütmelerine şahit olduk. Batıda yaşanmayan darbeler bu ülkelerde bol miktarda yaşandı. Otoriter yöneticilerin ise sermaye sınıfına ciddi tavizler vererek ayakta kaldıklarını gördük. Demokrasi kara kafalıların hak ettiği bir şey değildi, belki sadece gerekli görüldüğünde sopa olarak kullanılabilirdi, demokrasileriyle övünen batılı devletler bu otoriterleşmeleri ve darbeleri gizliden gizliye desteklediler.
2000lerle birlikte sermaye sınıfının ve üretim ilişkilerinin karakteri değişmeye başladı. Yeni ekonomiler ve sermaye imparatorlukları kurulmaya başladı. Sadece kol emeğine dayanmayan ve tüketim ilişkilerini merkeze alarak serpilen zihinsel emeğe bağlı olan modeller gelişti. Çok zengin olmak için fabrika sahibi olmak gerekmiyor artık. Yapay zekâ ve yazılım teknolojisi birçok mesleğin anlamsızlaşmasına neden olacak gibi görünüyor. Büyük firmalar yapay zekâ tabanlı uygulamaları hem üretim hem de tüketim süreçlerinde, hem de endüstriyel ürünlerde kullanıma açıyor. Şoförsüz ve elektrikli otomobiller sokaklarda geziniyor.
Bütün bunlarla birlikte BM tarafından bağımsızlığı tanınmış olan 196 (belki artmış olabilir) devlet var. Hukuki statüleri bakımından birbirine eşit görülen bu ülkelerin büyük kısmı yoksul haklardan ve üretim plantasyonlarından ibaret. Büyük ekonomilerin önemli tüketim maddeleri ve maden ihtiyaçları da bu ülkelerden karşılanıyor. Bolivya ve Kongo gibi ülkelerin madenleri, Hindistan ve Bangladeş gibi ülkelerin ucuza çalıştırılabilen yetenekli iş gücü, Brezilya ve Endonezya gibi ülkelerin soya fasulyesi, kahve ve palm yağı gibi endüstriyel tarım ürünleri üretmek için ortadan kaldırılan ormanları, küresel sermayeye kaynak olarak hizmet ediyor. Statü eşitliğine rağmen birçok açıdan ülkeler ve halklar düzeyinde eşitsizlikler artarak sürüyor. Eşitsizliği sonuna kadar yaşayan bu kâğıt üzerinde “özgürleşmiş” ülkeler ya hanedan “demokrasileri” tarafından ya da açık şekilde diktatörlükler tarafından yönetiliyor. Bu yönetimlerin büyük kısmı kendilerini yönettikleri halka anti-emperyalist diye tanıtıyorlar. Sermaye sınıfı bu “anti-emperyalizmler”den pek de rahatsız değil.
Kapitalizmin rekabetçi olduğunu öne süren pek kimse kalmadı. Çünkü sermaye kârlılığının sürebilmesi için ya rakiplerin ortadan kalkması gerekir ya da sömürülebilir alanlar gerekir. Bu gayet de bilimsel olan gerçek tartışmaya kapalı bir görüntü artık. Neticede kâr arzusu emperyalizmi dayatıyor. Yani sömürülebilir ve kâr alanları yüksek üretim ve tüketim alanlarını. Artı değerin oluşabilmesi için sömürülmesi gereken insanlar gerekir. Sömürü alanlarının denetimi de stabil ve mutlak nüfuz alanlarıyla mümkün olabiliyor. Yani istikrarlı diktatörlükler ve demokrasisiz hanedan devletleri sermaye sınıfının arzuları için oldukça anlamlı kurumlar.
Sonuç olarak sömürücü ülkelerin dışında kalan ve sömürülen ulus-devletlerin hem ezilen halklar için bir sopa olabildiklerini hem de hâlâ sığınak olabilme imkânlarını bir arada görüyoruz. Çünkü ambargoları yaşayan ve sosyal yardımların ciddi bir erozyona uğramadığı ülkeler de var. Mesela eski Sovyet bloku ülkelerindeki kiracılık ve ev sahipliği oranları bile bize çok anlamlı şeyler söylüyor. Bazı ülkelerde halkın hâlâ %90 kadarı ev sahibi durumunda. Bu oran zengin batı ülkelerinin çok üstünde. Bu durum sermayenin saldırısına karşı koyma kabiliyeti bulan eskiden kalma bazı yasal düzenlemelerden ve devlet sınırlarından kaynaklanıyor.
Sonuç yerine
Roma bazı seçkin ailelerin mülkiyet haklarını ve imtiyazlarını koruyan bir imparatorluktu. İmparatorluk ise gücünü bir hukuk teklifinden daha çok zor gücünü ortaya koyabilme pratiğinden alıyordu. Eyaletlere yayılmış olan paralı askerlerin giderleri bulundukları eyaletlerden toplanan vergilerle ve tarımsal üretimle sağlanırdı. Bununla birlikte merkezi yönetimin köleciliği de sürmekteydi. Roma valisi olan Cicero bir askerî hareketten sonra arkadaşına yazdığı mektupta “Ben bunları yazarken platformda 120.000 kadar sestertius birikti.” demişti.[6] Platformda ganimet olarak gördükleri altın ya da kıymetli mallar değildi. Köleleştirilmiş insanlardı.
Bu gayet iptidai olan görüntü zaman içinde çok değişti ancak özündeki mekanizma sürüyor diyebiliriz. Eskisinden biraz daha farklı olarak sermaye sınıfı da küreselleşti. Her ülkenin büyük zenginleri birbirleriyle gayet sıkı fıkı bir ilişki içindeler. Kültürel motifler ve farklılıklar birer barbarlık etiketi olarak değil zenginlik olarak sunuluyor.[7] Ancak sermaye sınıfına hizmet eden lejyonlar ulus-devletler içerisine itinayla yerleşmiş durumda. Ezilen halklar için bir sığınak ve özgürleşme imkânı olarak varlıkları anlam kazanan ulus devletler zaman içerisinde sermaye sınıfının zor gücünü ve arzuladığı istikrarı muhafaza için kullandığı aparatlara dönüştü. Ancak ezilen halklar olarak içinde yaşadığımız koşulları düzeltmeden yani mensubu olduğumuz ulus-devleti demokratik bir anti-emperyalist siyasete çekmeden de bize yapılan saldırılara karşı koyma olanaklarına sahip değiliz. Zaman içerisinde sopalaşmış olan ulusal yapıların demokratikleşmesi için enternasyonal bir anti-emperyalist tutumu yüceltmemiz gerekiyor. Sermayenin emperyalizmini ancak ulus devlet sınırlarını gözeten ve enternasyonal dayanışmayı kurabilen bir sınıf mücadelesi durdurabilir.
* Bu yazı Halka Dergi için yazılmıştır.
[1] Detaylı bir değerlendirme için bkz.: Jan Otto Andersson, “Emperyalizm”, Conatus Çeviri Dergisi, Sayı 2, Temmuz-Ekim 2024, İstanbul.
[2] Akt.: Christian Fuchs, “Dijital emek ve emperyalizm”, Link: https://e-komite.com/2024/dijital-emek-ve-emperyalizm-christian-fuchs/
[3] Ellen Meiksins Wood, Sermaye İmparatorluğu, sf. 143, Yordam Kitap, 2020, İstanbul.
[4] Malia Bouattia, “Macron’s apathy on 1961 Paris massacre show France’s continued anti-Algerianism”, Kaynak: https://www.newarab.com/opinion/macrons-1961-massacre-remarks-show-frances-colonial-apathy
[5] Vijay Prashad, Üçüncü Dünya Üzerinde Kızılyıldız, sf. 81, Yordam Kitap, 2019, İstanbul.
[6] Akt. David McNally, Kan ve Para / Savaş, Kölelik ve Devlet, sf. 27, Yordam Kitap, 2024, İstanbul.
[7] Dünyanın süper zenginlerini bir araya getiren düğünde, bazı zenginler geleneksel kıyafetlerle arzı endam ettiler: Meryl Sebastian ve Flora Drury, http://www.bbc.com, “Anant Ambani’s pre-wedding: Rihanna, Gates and Zuckerberg at India tycoon’s gala” Link: https://www.bbc.com/news/world-asia-india-68444994