Hangi İslamcılık ve Kürdistan, Ama Nasıl?

kurdistan-ED9F-869C-18A0Arkadaşım Reha Ruhavioğlu’nun özellikle son dönemde yaşanan çatışmalar, İslamcı mahalledeki kültürel iktidar ve katliamlara karşı sergilenen sessizlik üzerine eleştirel bir noktada duran yazısını okudum ve politik safını doğru bulmakla birlikte resmini çizmeye çalıştığı hatta dair bazı eleştirilerim var.

Beni bu yazıyı yazmaya iten esas sebep yazıda bahsi geçen ve tartışmaya dahil edilen kültürel iktidar tartışması değil, Bir Kürdistan olgusuna ve gerçeğine dair farklı yerlerden baktığımıza dair bir takım tespitlerdir. Bununla birlikte İslamcılık vakasının Reha dahil bir çok insanın zihninde yanlış bir tartışmaya konu olduğunu fark etmiş olmamdır.

Ciddi bir temel kabul hatası olarak gördüğüm ilk şey yazının içine “giydirilmiş” olan, son yaşadığımız savaşı PKK’nin başlattığıdır. Kürt hareketine dışardan bakan biri olarak açıkça son 4-5 yılda devlet kaynaklı bir fitnenin daha baskın olduğunu düşünüyorum. Örgütlerin güç temerküzü için bir takım eyleyişlere girmesi doğaları gereği normaldir ve içlerinde birbirinden bağımsız güç ittifakları pekala mümkündür. Kirli birçok eyleyişi olmuş olmasına(örgüt içi infazlar, önderlik gibi garip ve ilkel bir kavramı sindirmişliği gibi) rağmen özellikle çözüm süreci denilen görüşmeler boyunca, belki biraz da taban baskısından/rızası ihtiyacından dolayı, devletten daha dürüst bir pratik sergilediğini söyleyebiliriz. (Yığınak bahsi gibi bence küçük ayrıntıları göz ardı ettiğimi burada ayrıca söylemeliyim. Zira eş zamanlı olarak sınırda yer almayan ilçelerdeki stratejik konumlara yapılan kalekollar ve savaş stratejisi bağlamında yapılan barajlarla birlikte devletin de bölgede yığınak yaptığını pekala bilmekteyiz.) Çatışmaların çözülmesi gibi ciddi işlerde devletin tabir yerinde ise daha yavaş ve lakayıt davrandığını ve basit kararlarla üstesinden gelebileceği sözlerinde durmadığını her aşamada görebilmekteyiz. Mesela ölümü beklenen hasta tutsakların salınmaması gibi uygulanabilir, yasaya bile gerek duymayan yönetimsel “boş vermişlikleri” görmek gerekiyor. Sürecin sonunda görebildiğim, oy konsolidasyonu için etkili olan bir savaş/güvenlik politikasının “başarılı” bir şekilde uygulanmaya koyulduğu gerçeğidir. Yazıda örgüt eleştirisine yanlış bir bağlamdan girilmektedir.

Özellikle son dönemde şehir ablukalarının ve temel insani hakların mahrum edilmesine yol açan uygulamaların dayanağı olarak gösterilen hendekler bahsinde örgütten çok devlet tarafından tabir yerindeyse kazıklandığını düşünen Kürt gençlerinin örgütü kendi tarafına çektiğini söyleyebiliriz. Bilinen ve göz ardı edilerek dönem dönem sakinleştirilen gençlerin artık sakinleştirilemeyecek noktaya geldiğinde hendekler açılmıştı zaten. Sonrasında gözümüze sokulması ve tüm ihalenin örgüte yıkılması operasyonu sağlandı. Özü itibarı ile hendeklerin önce devlete sonra örgüte rağmen bir söz söyleyen gençlerin işi olduğunu görmek gerekiyor.

Çatışmayı başlatmak gibi bir anlam yüklenen örgüt vurgusuna rağmen yazıda özellikle öne çıkarılmaya çalışılan “sömürgeci” devlet gibi bir temel varsayımı da açıkçası tersine-oryantalist bir acelecilik olarak görüyorum. Açıklayayım. Özellikle Kürtler için durumun sömürge bağlamında değerlendirilmesinin eko-politik açmazları üzerinde barındırıyor. Zira Kürt nüfusunun büyük oranda sisteme ve “kariyer” imkanlarına entegre olduğunu görmek gerekiyor. HDP’nin “Türkiyelileşme” siyaseti bu anlamda anlamlı bir sosyolojiye değmektedir. Ancak ekonomik olarak geleceği Türkiye Cumhuriyeti sistemine endeksli olmayan, eğitim sistemi ile problemi olan ve ticareti güneylerindeki akrabalarıyla yapan kesimin tepkiselliğinden “acelece” bir ulus devlet çıkarma gayretinin, kademeli bir değişim talebinden daha az rasyonel olduğu düşünüyorum. Kademeli ve diğer bölgelerle paralel seyreden bir özerkleşme politikasının kısa vadede gerçekleşmese bile halkın ve eşyanın kimyasına daha uygun olduğunu görmek gerekiyor. Böyle bir yaklaşımı benimsememenin daha çok öğretmeye çalışan bir hali çağrıştırdığı kanaatindeyim. Batılı biri gibi konuşan ama içerden(doğudan) olmakla beraber daha batıda olana seslenen bir dil…

Sulh içinde çözüm arayışı güdülmeden, çatışmaları ve sorunları aşma imkanlarının zorluğunu görmek durumundayız. Gelecek ve hayat bize nihayetinde bir Kürdistan dayatıyor. Bunu Türk’ün ve Kürd’ün en basitinden eşit haklara sahip konfederatif bir imkanından bağımsız bir bağlamda düşünmek rasyonel bakan kimsenin göz ardı edebileceği bir şey değildir.

Yazıda benimseyemediğim/açılması gereken üçüncü bir husus, İslami/İslamcı denilen kesimin mahiyeti noktasında bazı yanlış yorumları destekleyen bir çizginin benimsenmiş olmasıdır. Türkiye’de bir çok “ideoloji” gibi İslamcılık bahsi de devletin algısı/isteği çerçevesinde şekillendi. İslamcılar; tarikatler, Milli Görüş, Nurculuk ve Süleymancılık gibi daha geleneksel kodlarla işleyen ve sistemin baskılamalarına bazı tavizlerle kendisine denge alanı bulmuş, bir miktar şekillenmiş yapılar tarafından ilk ve orta dönemlerinde hep dışlandılar. Ta ki dindar görünümlü birilerinin iktidara gelmesine kadar… Sonrasında 28 Şubat öncesine kadar “fundemantalist”, “vahhabi”, kökten dinci” gibi yaftalamalarla küçümsenen İslamcılık, AKP iktidarı ile birlikte küçümseyen çevreler tarafından “sahiplenilen” bir kimlik oldu. Zira entelektüel kadrosu daha geniş olan ve azınlıkta olan İslamcılar kademe kademe devletin teorisyeni pozisyonunu benimser oldular. Dikey örgütlenmeler ile problemi olan bu insanların çoğu en dikey tahakkümcü yapı olan devlete teslim olup ilkelerini birer birer harcadılar. Reha’nın kültürel iktidar dayatması bağlamında eleştirdiği ve tutarsızlıklarına vurgu yaptığı İslamcılık aslında bir etiket olarak sahiplenilip içi eskiden küçümseyenler tarafından doldurulan bir başka şey… Burada ayrıca belirtmem gereken bir husus da bu ayrıştırmama rağmen İslamcılığın, modernizmin ürettiği kötü bir kopya olduğuna inanıyor olmam. İslamcılık eleştirilerim esasında daha kökten bir yerlerde geliyor ve sisteme kafa tutan haliyle bile benimseyebildiğim bir şey değil. Hülasa, genel kabul kolaycılığı bu bahiste bize doğru değerlendirme imkanı vermez.

Sonuç olarak bir Kürdistan olacak, İslamcılık da eğer çıkış noktasındaki değerler sistemini daha görünür kılamazsa modern devlet retoriği içinde şu güne kadar kaybettiği anlamın daha fazlasını kaybederek bir zorbalığa evrilecek. Bu anlamda değerler ve ilkeler bağlamında İslamcılığı sahiplenenler çetrefilli ve karanlık bir tünelin içindeler. Kürtlerin ve bu coğrafyada yaşayan diğerlerinin sulh içinde birlikteliğine imkan tanıyan bir üst söyleme odaklanmakta yarar var kanaatindeyim. Bu söylem İslamcılığın ve mevcut devlet söylemi dahil Oryantalizmin tüm türlerinin imkanlarıyla kotarılabilecek bir şey değil.

Vesselam.

Bedri Soylu

  • Haber ve Söz’de yayınlanmıştır.

Yorum bırakın